Merhaba Sevgili Manşet 16 okuyucuları,
Çokça kullandığımız, başkalarının kullanımını eleştirip değerlendirdiğimiz “hitabet” konusu üzerinde hem bilimsel hem yorumsal konuşalım istiyorum. İlkokulda bizlere noktalama işaretlerinin kullanımına ilişkin öğretilen bir cümle vardı: Oku baban gibi eşek olma. Virgülü kullandığınız yer, cümlenin anlamını farklı noktalara çekiyor. Dolayısıyla bu cümlede bize anlatılmak istenen de yazılı hitabette noktalama işaretiyle gelen bir duraksama cümlenin anlamını tamamen değiştirebilir, olumluya olumsuz olumsuza olumlu anlam katabilir gerçeğidir. Peki ya karşılıklı iletişimde kurduğumuz sözlü cümlelerimize ne kadar dikkat ediyor, ne denli düzgün ve doğru hitap ediyoruz? Yoksa düzgün ve doğru hitap etmekten ziyade süslü cümleler kurmak ve odak noktasını anlamdan uzaklaştırmak mıdır asıl amaç?
Yunancada hitabet anlamına gelen “rhetorikos” kelimesi, hitabet sanatı anlamına gelen “retorik” kelimesinin kökenidir. Anlamından da aşikâr olduğu üzere retorik sanatının kullanıldığı metinlerde ya da söylemlerde stil ve etki öne çıkarken içerik ve anlam geri planda kalır. Retorik sanatından faydalanmak isteyen kişinin asli amacı dinleyici ya da okuyucularını şatafatlı bir stille etkileyerek dikkatlerini içerikten uzaklaştırmak, onları sanatın efsununa kaptırmak ve dolayısıyla ikna etmektir.
Batıda üç temel sanat kabul görmektedir: diyalektik, dilbilgisi ve retorik. Diyalektikte amaç, aynı retorikte olduğu gibi muhatapları ikna etmektir. Bunu yaparken çelişkili ifadelere başvurmak ve karşıtlıkları kullanmak yollarından gidilir. Bu bağlamda retorik sanatıyla aynı amaca hizmet ettiği söylenebilir. Platon’un, diyaloglarında sıklıkla kullandığı “retorik” kavramı, kimi diyaloglarında farklı türden kullanımlarıyla karşımıza çıksa da, en temelde “diyalektiğin” benzeri olarak ikna etme sanatı olarak vurgulanmaktadır.
Öte yandan dilbilgisi; bir dilin ses, biçim ve tümce yapısını inceleyerek kurallarını belirler. 18. yüzyıla kadar filozofların boyunduruğunda olan dil, mantığın sözlü kalıplara dökülerek forma sokulmuş hali olarak benimsenmişti. 19. yüzyıldan itibaren ise bu söze dökülerek şekillendirilmiş mantığın aslında kendine ait bir dünyası olduğunun ve sistemli ve kapsamlı bir şekilde incelenmesi gerekliliğinin farkına varılmasıyla dilde şekilcilik öne çıkmıştır. Dilde şekilcilik, tümce içindeki kelimeleri doğru biçimde ve ahenkli sesler üretecek doğrultuda sıralayarak dikkati içerikten uzaklaştırarak stile yakınlaştırmaktır. Retorik söylemde de asli amaç dikkati içerikten uzaklaştırarak stile yaklaştırmak, böylelikle dinleyenleri istenilen şekilde yönlendirmektir.
Şu halde denilebilir ki modern bilimin üreticisi olan Batı’da kabul gören bu üç temel sanat aslında akla, mantığa ve mutlak gerçekliğe dayanması gereken “bilim” kavramıyla bir çelişki oluşturmaktadır. Bilhassa retorik sanatı, evrensellik kisvesi altında sunularak hakim paradigma haline getirilmekte ve dolayısıyla bilimin tanımını ve amaçlarını da bulandırarak bilimsellik kavramı bilime karşıtlık kavramı haline getirilmektedir. Öte yandan, bilimde mutlak gerçeklik söz konusudur. Nesnelerin yasası vardır ve hiçbir nesne bu yasalardan bağımsız olarak düşünülememektedir.
Öyleyse modern bilimin üreticisi olarak adlandırılan Batı medeniyetinin üç temel sanat bahanesiyle bilimsel mutlaklıktan uzaklaşmasının sebebi aslında yetersiz oluşları mıydı yoksa mutlak, yani fiziksel gerçekliğe karşı metafiziksel felsefeyi içselleştirmiş olmaları mıydı? Aslında her iki seçenek de kendi içinde büyük bir çelişki oluşturmaktadır. Şöyle ki, bilim ve retorik sanatını birbirinden bağımsız görmeyen postmodernist Batılılar, ya yetersizliklerini örtmek için retorik sanatını kullanmaktadırlar ya da onu bile kullanamayacak kadar yetersiz oldukları için metafiziksel felsefeye içsel bir zorunlulukla yönelmektedirler.
Retorik Söyleme Dair Tanımlamalar
Isokrates, en bilinen 10 Atina’lı hatipten ve en etkili retorlardan biridir. İnsanoğlunun tüm icatlarının konuşma yeteneği sayesinde gerçekleştiğini vurgulamıştır. Adalet ile adaletsizliğin, güzellik ile çirkinliğin meşru hale gelerek insanların bir arada yaşamasını sağlayan bir araçtır konuşma, Isokrates’e göre. Konuşma, yani dil, kendi amaçlarımız doğrultusunda toplumu ikna etmek için de kullanılır ve topluma bu biçimde hitap edebilme yeteneği de retorik olarak adlandırılmaktadır.
Theodektes, Isokrates’in öğrencilerinden biri olup retorik anlayışı bakımından da hocası Isokrates gibi düşünmekte, bir söylevin bölümlere ayrılması gerektiğini söylemektedir. Ona göre bir retor’un görevi konuşmaya iyi niyetle başlamak, inandırıcılık için konuyu detaylandırmak, delilleri tartışmak ve hatırlatma adına konuşulanları özetlemek, konuşmanın sonunu merhametten ziyade öfkeyi temel alarak neticelendirmektir.
Aristotle, retoriği her durumda insanları ikna edebilme araçlarından biri olarak tanımlamıştır ve hiçbir sanatın bu özelliğe sahip olmadığını iddia etmiştir. Aristotle’a göre retoriğin bir diğer önemli özelliği ise herhangi bir alanda bilgi birikimi gerektirmiyor olmasıdır. Kısacası retorik kullanmak için dahi olmaya gerek yoktur.
Cicero’ya gelindiğinde, durumu siyasi anlamda ele alıp tanımladığı görülmektedir. Siyasetin birçok önemli bölümden oluşan bilimsel bir sistemi vardır. Bu bölümlerden büyük ve önemli olanlardan biri de retorik denilen sanatsal söylemdir.
Nietzsche ise retoriği “bilinçli sanat” yapmanın yollarından biri olarak tanımlamaktadır. Dildeki gelişmeden ziyade anlayıştaki gelişmenin dil içerisindeki sanatsal yanı ortaya çıkardığını söylemektedir. Booth’un retorik anlayışının önceki tanımlamalardan biraz daha derin olduğu görülmektedir. Booth, insanoğlunu doğası keşfedilmiş ve tamamen sembolik süreçlerle yaşayan retorik bir hayvan olarak düşünüldüğünde tüm dünya düzeninin keskin bir şekilde şerit değiştireceğine dikkat çekmektedir. Yapmamız gereken tek şey, benliğimize, bildiklerimize ve geleceğimize dil bağlamında kıymet vermektir. Bilimsellikle bize dayatılan dil ve bilginin sınırlayıcı kurallarını yok saymayı başarabildiğimiz zaman, iletişimin tek aracı olarak ‘’dil’’i değil dilin sanatlı olarak kullanabilmek olduğunu görebiliriz.
Hâlbuki insanoğlu neyi bilgi kabul edip etmeyeceği değerlendirirken esasında sembolik değişim içinde mana, değer ve niyetleri paylaşma sürecinde yaratılmış varlık olduğunu, birbirinden farklı değil daha da benzediğini, insanların ortak niteliklerinin farklılıkların daha değerli olduğunu dikkate alırsa ya da tam tersinde düşünülürse tüm bu insan ilişkileri ayrı ele alınırsa ne olur? Booth’un bu sorusu retoriği, iyi konuşma sanatının ötesinde, rasyonel seçim teorisi tarafından şekillendirilen insan algılama biçiminde radikal değişim yapan bir kavram kimliğine büründürmektedir.
Tüm bu tanımların dışında retorik söyleme dair genel bir literatür tanımı vermek gerekirse, retorik sanatı literatürde cevap beklenmeyen soru olarak tanımlanır. Aslında cevap beklememek çok da doğru bir ifade gibi gözükmemektedir; zira retorik soruyu yönelten aslında karşı taraftan almak istediği cevabı onu etkileyerek almaya çalışmakta, kısacası ikna etmeye çalışmaktadır.
Retorik Söylemin Ortaya Çıkışı ve Tarihsel Gelişimi
M.Ö. 461 yılında Atina’da halk birliğinin aristokratlar meclisinin hâkimiyetine son vermesi ve yönetimi ele geçirmesinden sonra kurulan yeni sistem, halk belagatini yöneticiler için yönetimsel bir zorunluluk haline getirmiştir. Bu dönemde yöneticiler halkın kontrolünü ellerinde tutabilmek için retorik öğrenme çabası içine girmişlerdir. Daha sonraları retorik farklı bir şekle bürünerek, yaygınlaşmaya başlayan Hıristiyanlık öğretilerinin anlatılması amacıyla kullanılmaya başlanmıştır (Williams, 2009). Platon (M.Ö. 427- M.Ö. 347), retorisyenleri bilgi ve hakikate ilgisiz palavracılar olarak kabul etmişse de Aristoteles, retoriği onaylamıştır. Çağdaş retorisyenler hâlâ Aristoteles’in retoriğini kullanmaktadırlar.
Aristoteles’in retoriği bu kadar çok incelemesinin nedeni yaşadığı ortamdaki politik ve kültürel unsurlardır çünkü retorik dördüncü yüzyılın başlarına doğru Atina’da yöneticiler arasında meraktan çok bir tutku ve saplantı haline gelmiştir. Öte yandan, yaklaşık aynı dönemlerde ortaya çıkarak varlığını sürdüren Sofistler, sözün doğruluğuna bakmaksızın çeşitli söz oyunlarıyla dinleyiciyi kandırmak suretiyle ikna etme yolunu tercih etmişlerdir. Antik Yunan’da retorik sanatının ön plana çıkmasını hazırlayan bir dizi gelişmeler olmuştur. Özellikle Pers savaşından sonra adli ve hukuki olarak değişen Atina’da oluşan yeni düzen ikna gücüne dayanmaktadır. Gerçek olayın ayrıntılı aktarımından çok konuşmacının, yeni toplumsal düzende ortaya çıkmış bulunan deneyimsiz ve saf yargıçların duygularına seslenmek dava sonucunu belirleyici unsur haline gelmiştir. Mahkemelerdeki bu yeni oluşum, güzel konuşmayı, retoriği öğrenmeyi zorunlu kılmaktaydı. Böylesi bir ortamda eğitimcilik yapan sofistler, söylevde mantık üzerine çalışarak bir şey ”nasıl kanıtlanır”, “nasıl çürütülür”ü açıklamaya çalışmışlardır.
Retorik kavramı zaman içerisindeki gelişimleri dolayısıyla “Eski Retorik” ve “Yeni Retorik” olarak ikiye ayrılmaktadır. Eski Retorik antikitede kullanılan yöntem iken Yeni Retorik ifadesi yakın zamanlarda bu yöntemin geçirdiği yöntemsel evrimler neticesinde ortaya çıkan yapı için kullanılmaktadır.
Yeni Retorik, genel olarak 20. y.y.’ın ikinci yarısında ve Chaim Perelman ve L. Olbrechts-Tyteca’nın önderliğinde başlayan yeni evrilmenin adıdır. Yeni eğilimde hem sözcükler hem de bağlam üzerinde daha etkili şekilde durulma söz konusudur. Öte yandan ilgili çevreler arasındaki tartışma da tam olarak bitmiş değildir. Nitekim bu noktada önemli bir dönemeç teşkil eden Elisabeth Schüssler Fiorenza’ya göre bu yöntemi uygulayan kişiler tüm bunlara rağmen yine de pozitivist bilimin tutsağı kalmaya devam etmektedirler. Bu noktada Fiorenza’nın tespiti, retorik analizlerinde her ne kadar metinler bu yöntemlerle analiz edilmeye çalışılsa da yine de metinlerin birtakım pozitivist kabuller çerçevesinde anlaşılmaya çalışıldığını vurgulayarak buradaki ideolojik baskıya işaret etmeye çalışmaktadır. Öte yandan bu alandaki önemli bir isim olan ve sosyo-retorik konusunda öne çıkan bir figür olan Vernon K. Robbins ise antik retorik aygıtlarla çalışan ve programlı bir yorum peşinde olan herkesin, çalışmasının ideolojik olmaktan ziyade bilimsel bir nesnelliğe dayandığını düşünmesi gerektiğini söylemektedir. Fiorenza’ya göre bir anlamın nasıl oluşturulduğu sırf bir kimsenin o metne çakılı sosyo- kültürel ve dini işaretleri nasıl yorumladığına bağlı değildir, aynı zamanda o kimsenin dil işaretlerini ve metinselleşmiş sembolleri yorumlarken hangi tür ‘metinler arasını’, önceden yapılandırılmış hangi ‘anlam çerçevelerini’ kullandığına da bağlıdır. Bu noktada Fiorenza önemli bir husus olarak metni algılayan kişinin üzerinde vurgu yapmakta ve buradaki anlamanın öznelliğini ima etmektedir. Kısacası Eski Retorik analizinde daha çok söz ve düşünce figürleri ve retorik türleri önn plana çıkmaktayken Yeni Retorik’te bunlara ilaveten yine Eski Retorikten iktibasla bağlam, muhatap kitle gibi bir takım unsurlar daha vurgulu şekilde ele alınmaktadır.
Önümüzdeki hafta retorik söyleme ilişkin pozitif ve negatif çeşitli değerlendirmelere değineceğiz. O zamana dek sevgiyle kalın,
Dr. Nilüfer Rüzgar